İslâm peygamberi Muhammed, 622 yılında kendisine inananlarla birlikte Arabistan'ın kuzeyindeki bir vaha kenti olan Medine'ye göç etmiş ve burada ilk Müslüman şehir devletini kurmuştur. Çevrede siyasi bir kimlik kazanan ve kaosun hakim olduğu bu topraklara kanun ve nizam getiren Muhammed, ardından Mekkeli kabileler ile yaptığı aralıklı birkaç savaştan elde ettiği galibiyetler ve 630'da büyük bir orduyla Mekke'yi fethetmesinden sonra ve Arabistan'daki diğer parçalı kavimlerin de kendi sancağı altına toplamasıyla birlikte, İslâm dini bölgede büyük ve yegâne güç hâline geldi. Muhammed'in 632'deki ölümünün ardından Hulefâ-yi Râşidîn adı verilen dönem başladı ve bu dönemde İslam, Kuzey Afrika'ya ve Asya'nın içlerine kadar ilerledi. Dört Halife Dönemi'nde eğitimden ziyade toprak genişlemesine önem veriliyordu. Nitekim aniden gerçekleştirilen birçok fetihlerle birlikte İslam dini, imparatorluk hâline geldi.
Emevîler
711'de MüslümanEmevî komutanı Târık b. Ziyâd'ın İspanya'ya çıkışı, Avrupalılara büyük bir şok etkisi yarattı. Çünkü İspanya, Müslümanların denetimi altına girmiş ve 718'e gelindiğinde de bütün yarımada, Müslümanların hakimiyetine geçmiştir. Gerçekleşen bu olaylar, Avrupa'nın kuzeyinde hüküm süren birçok lideri hem şaşırttı, hem de korkuttu.[7] Daha sonraları Emevi Hanedanı'na Abbâsî tarafından son verilmesiyle birlikte buralara kaçan bazı kişiler, Endülüs Emevi Devleti'ni kurdular ve asırlar boyunca Endülüs adı verilen bu bölgede varlıklarını sürdürdüler. 8. yüzyılın başlarındaki bu önemli gelişmelerde de yine eğitimden ziyade yayılmaya ve imar çalışmalarına önem verildi.[8]
Abbâsîler
750 yılında İslâm dünyasınaAbbâsîler Hanedanı'nın iktidar olarak gelmesiyle beraber, diğer yayılma faaliyetlerinin yanı sıra eğitim, öğretim, bilim, sanat, edebiyat ve İslâm hukukuna da önem verilmeye başlandı. Abbâsî hükümdarları, gerek Kur'an'da ve gerekse hadislerde ilimle ve okumakla ilgili birtakım ifadelerden yola çıkarak bu alanlara da önem vermeye başladılar.[9] "Bir alimin mürekkebi, bir şehidin kanından daha mübarektir." sloganını kendine rehber edinen 5. Abbâsî hükümdarı Hârûnürreşîd,[9]8. yüzyılın sonlarına doğru devletin yeni başkenti Bağdat'ta büyük bir bilim ve çeviri merkezi olan Beytülhikmet'i (Bilgelik Evi) kurdu ve Bağdat, İslam dünyasının eğitim ve bilim merkezi oldu.[10]
Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler dönemlerinde Atlas Okyanusu'ndan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir bölgenin tamamı, İslam Devleti'nin egemenliğine girmiş ve elde edilen ganimetler ile fethedilen yerlerden toplanan vergiler, bir servet birikimi yaratmıştı. İpek ve Baharat Yolu ile Akdeniz ticaretinin İslam Devleti'nin kontrolü altına girmesi, iletişim imkanlarını artırmıştı. Devletin sınırlarının Mezopotamya ve Suriye'ye ulaşması ile buralardaki Helenistik, İran ve Hint kültürleri ile karşılaşan ve bu farklı kültürlere ilgi duyan Müslüman bilim insanları, sanatçılar ve filozoflar, kervanlarla daha kolay ve güvenli seyahat edebiliyorlardı.
Ekonomik gücün ve iletişim olanaklarının yarattığı avantaj, İslam'ın Altın Çağı dönemini başlattı. Abbâsîler devrinde, Emevilerin cihad anlayışının büyük ölçüde terk edilmesi ve Arap olmayanlarla daha da iç içe yaşamaya başlanması da bu dönemin başlamasında etkili oldu.[11]
661'den beri Şam'da hüküm süren Emevî ailesinin bir üyesi olan Halife I. Velîd'in 744'te öldürülmesinden sonra iç savaş patlak vermiş ve çatışmalar, 750'de Abbâsî Hanedanı iktidara gelene kadar devam etmiştir. İkinci Abbasi halifesi Mansur, 762 yılında Bağdat şehrini kurmuştur. Bağdat, ılıman iklimi ve İran, Arabistan ve Akdeniz arasındaki ticaret yolları üzerindeki konumu nedeniyle seçilmiştir. Yeni başkentin çevresinde hilâfet sarayı ve başlıca yönetim birimlerinin bulunduğu bir buçuk kilometre çapında dairesel bir yapıya yer verilmiştir.[12]
Abbasiler, öncüllerinin siyasi mirasının yanı sıra kültürel ve bilimsel çalışmalara da sahip çıkmıştır. Emeviler, Mısır'daki İskenderiye şehri gibi Yunan ilminin antik merkezlerini elinde bulundursa da, bilimsel gelişmeleri çok az desteklemiştir. Abbasiler zamanında ise bu tablo değişmiştir.[13] Abbasiler, Kur'an ve hadislerdeki rehberliğin yanı sıra, yabancı eserlerdeki bilgilerin de alimler tarafından incelenmesini teşvik etmiştir.[13]
786'da Abbâsî halifesi Hârûnürreşîd, Bağdat'ta el yazmaları koleksiyonu için bir kütüphane kurmuştur. Arapların kitaplar için kağıt kullanmaları ve Bağdat'ta 795'te kağıt fabrikasının kurulması, bu girişimi kolaylaştırmıştır. Ancak Arapça konuşanlar bu ilme erişemediği için kütüphane, Arapların özgün bilim geleneğine çok az katkıda bulunmuştur.[13] Bu sorunu çözmek için Harun Reşid (786-809) ve Me'mûn (813-833), genişleyen kütüphanenin yanı sıra, alimler için bir akademi ve önemli bilimsel eserlerin Arapçaya çevrilmesi için, bir çeviri merkezi olarak faaliyet gösteren Beytülhikmet'i (Bilgelik Evi) kurmuştur.[13]
762'de Mansûr tarafından İslam Halifeliğinin başkentinin Şam'dan yeni kurulan Bağdat'a taşınması, Müslümanların teknolojik ilerlemelerinin boyutlarını 802'de gözler önüne sermiştir: Abbasi halifesi Hârûnürreşîd, Frank kralı Şarlman'a bir elçi göndererek bir çalar saat hediye etmiştir. Suyla işleyen bu saat, pirinçten topların mekanizmanın altındaki zillere düşmesiyle saat başlarını haber vermekteydi. Bu gelişmiş saat, MüslümanAraplarınAvrupa'yı çok gerilerde bırakan ilerlemeler kaydettiğini gösteren örneklerden yalnızca biridir.[12]
Gelişimi
Abbasilerin çeviri ve bilimsel faaliyetleri
Emevîler döneminde bazı kişisel gayretler ile başlayan ufak tercüme hareketleri, Abbasi halifesi Mansûr zamanında hız kazandı. İlk önce bir tercüme bürosu ve kütüphane olarak Bağdat'ta faaliyete başlayan Beytülhikme, zamanla yeni başka işlevler üstlenerek bir kültür merkezi hâlini aldı.[14] Başta fen ilimleri alanında olmak üzere birçok alanda Antik Yunan, Hint ve İran medeniyetlerinin ürettiği eserler Arapçaya çevrildi. Arap asıllı olmayan çevirmenler, bu çeviri faaliyetlerinde ön plana çıktı. Abbasi halifeleri, çalışmaları devlet desteği ile teşvik ettiler. Bunda, kültürel alanda ön plana çıkan diğer devletlerin nüfuzunu kırma arzusu da rol oynadı. Özellikle Hârûnürreşîd zamanında tercüme çalışmaları daha sistemli bir halde devam ettirildi ve çeviri faaliyetleri, çok prestijli bir uğraş hâline geldi.[11]
Yaklaşık 150 yıl içinde keşfedilen önemli Antik Yunan eserlerinin neredeyse tamamı Arapçaya çevrilmiştir. Bunların birçoğu Batı Avrupa'da mevcut değildi ve olsa bile Yunanca bilgisi-kültürü tamamen kaybolmuştu.[15]Müslüman dünyası 850'li yıllarda, Rum döneminde aktarılan ve geliştirilen Helenistik Yunanların bilimsel geleneklerinden yararlanmaya başlamış ve Hristiyan Avrupalılardan yüzyıllarca ileriye gitmiştir.[15]
Beytülhikme, en olgun devrini Me'mûn döneminde (813-833) yaşadı. İlk İslam filozofu sayılan Kindî, Halife Memûn döneminde Beytü'l Hikme'deki çalışmalara katılarak Süryânîce ve Yunancadan yapılan tercümelerin Arapçaya aktarılması esnasındaki felsefi kavramları, gramer kuralları bakımından incelenmesi işine baktı.[11]
Kimya biliminin kurucusu olarak kabul edilen Fars kimyacı Câbir b. Hayyân, bu devirde Abbâsî sarayının kimyacısı olarak çalıştı. Hayyan, başta fen bilimlerinin temelini atmakla tanındı. Ayrıca Hayyan, "Kitab-ül Zühre" (Venüs'ün Kitabı) adlı eserini Harun Reşid için yazdı.
Bunların yanı sıra, Irak'taki Hira'dan gelen ve çoğunluğu tıp ve felsefe alanında 100'den fazla eseri çeviren Nestûrî kökenli İbn İshak (808-873) ve Öklid'in geometri alanındaki büyük eseri Öğeler ile Batlamyus'un astronomi alanındaki temel eseri Almagest'i çeviren Sâbiî kökenli Sâbit b. Kurre da çeviri alanında bu dönemin önde gelen kişiliklerinden olmuşlardır.[15]
Müslümanların günlük ibadetlerini gerçekleştirmeleri için gereken saatleri hesaplamak adına matematik ve astronomi anlayışı Müslümanlarda önemliydi. Günde beş kez gerçekleştirilen namaz ibadetinin vakti, uçsuz bucaksız İslam İmparatorluğu'nda önemli ölçüde değişkenlik göstermekteydi. Bu nedenle her iki alanda da titizlikle çalışmalar yürütülmüştür.
771 yılında Hindu alimlerden oluşan bir heyet, Mansûr'un sarayını ziyaret etmiş ve cebirsel denklemleri çözmek için trigonometrinin kullanılması da dahil olmak üzere birçok yöntemle Hindistan'ın görece gelişmiş matematiğini tanıtmıştır.[15] Sonraki yıllarda, Beytülhikmet'in üyelerinden biri olan Muhammed b. Mûsâ Hârizmî başta olmak üzere birçok alim, Hinduların bu matematik sistemini benimsemiştir.
Beyt'ül Hikmet'in önemli üyelerinden biri olan Muhammed b. Mûsâ Hârizmî (780-850), Hindu matematikçilerin sistemi ile ondalık gösterimini benimsemiş ve bunu Kitab al-Muhtasar fil Hisab el-Hind (Hindu Hesaplamasına Göre Matematik Özeti) adlı eserinde açıklamıştır. Muhammed b. Mûsâ Hârizmî, ayrıca sayıların kareköklerini hesaplama yöntemini açıklamış ve cebirsel denklemler konusundaki çalışmalara da öncülük etmiştir. Cebir konusunu işlediği El-Kitab'ul Muhtasar fi'l Hesab'il Cebri ve'l Mukabele adlı eserini Me'mûn için yazdı. Matematik alanındaki çalışmaları, cebirin temelini oluşturdu. Harizmî bir dönem bulunduğu Hindistan’da, Hintlerin sayıları ifade etmek için harfler ya da heceler yerine basamaklı sayı sistemini kullandıklarını saptadı. Onun bu konuda yazmış olduğu kitabın Latinceye tercüme edilmesi sonucu, sembollerden oluşan bu sistem ve 0 (sıfır) rakamı, 12. yüzyılda Batı dünyasına sunuldu. Hârizmî ve çalışma arkadaşları; Öklid ve Arşimet'in küreler ve silindirler konusundaki çalışmalarını başlangıç noktası kabul ederek geometride de hızla ilerleme kaydetmişlerdir.[16] Ayrıca Hârizmî, Bağdat'ta namaz vakitlerine ilişkin bilinen ilk tabloları derlerken, hesaplamalarını doğrudan astronomik gözlemlerle desteklemiştir.
Erken dönem İslam astronomları, Yunan bilgini Batlamyus'un Almagest adlı eserini temel alarak, sekiz küreden oluşan evren modelinde Dünya'nın Güneş Sistemi'nin merkezinde olduğu ve gezegenlerin de onun etrafında döndüğü görüşünü benimsemişlerdir. Ayrıca Hindu astronomların bilgilerinden de faydalanılmıştır. 10. yüzyılda gök bilimci Birûnî'nin eserinde olduğu gibi, bazen Güneş'i merkeze koyan sistemler üzerinde durulmuştur. 8. yüzyılın ortasında, gök küreyi enlem ve boylamların işaretlendiği bir düzleme yansıtan ''usturlap'' adlı aracın kullanılmasıyla bu hesaplamalar da kolaylaşmıştır.[16]
13. yüzyıl itibarıyla İslam astronomisi kendi zirvesine ulaşmış ve 1259 yılında İran'ın doğusundaki Merâga'da büyük bir gözlemevi inşa edilmiştir. Burada Nasîrüddin Tûsî ve arkadaşları gezegenlerinyörüngesindeki ufak sapmalara açıklık getirmek için ince ayarlamalar yapmışlardır.[16]
809-873 yılları arasında Abbâsîler himayesinde yaşayan Huneyn b. İshak, ilk çevirisini 17 yaşındayken Romalı tıp doktoru Galen'in (129-216) bir eseriyle yapmış ve Galen'in 100 kadar eserini Süryânîceye, 50 kadarını da Arapçaya tercüme etmiştir.[17] Ayrıca kendi devrinin en büyük hekimlerinden biri olarak görülmüş ve bilinen en eski göz çizimleri de ona aittir.[18]
Yine 10. yüzyılda yaşayan İranlıfizikçi ve tıp bilgini Ali b. Abbas el-Mecûsî, tıp ve psikoloji üzerine yazdığı eserleriyle ve günümüzden yaklaşık 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapmasıyla bilinir.
Endülüs'te doğup orada yaşayan (936-1013), yine Orta Çağ İslam dünyasının tıp alanındaki önde gelen isimlerinden biri olmuş ve "cerrahinin babası" olarak kabul görmüştür.[19]Zehrâvî'nin kullandığı cerrahi alet ve uygulamalar, modern tıp bilimine öncülük etmiştir. İcat ettiği cerrahi aletlerden bazıları günümüzde hâlâ kullanılmaktadır.[20] Ayrıca Zehrâvî, dış gebeliği tanımlayan ilk doktor olmasının yanı sıra, hemofilininkalıtsal doğasını da belirleyen ilk kişidir.[20]
İslam dünyasının en meşhur hekimi ise, Batı'da Avicenna olarak bilinen Fars asıllı İbn Sînâ'dır (980-1037). Batı dünyasında modern Orta Çağ biliminin kurucusu ve hekimlerin önderi olarak bilinen ve "Büyük Üstat" ismiyle de tanınan İbn Sînâ, özellikle tıp alanında, yedi yüzyıl boyunca temel kaynak eser olarak süregelen "el-Kānûn fi't-tıb" (Tıp Kanunu) adlı kitabı ile ünlenmiş ve bu kitap, değişik Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyıl ortalarına kadar tıp biliminde temel eser olarak okutulmuştur.[21][22][23] Yaklaşık 1015'te derlenen bu eser, vücudun parçalarına özgü hastalıklar ve bir bütün olarak vücudu etkileyen hastalıklar hakkında ayrı ayrı bölümler içerir.[16] İbn-i Sina ayrıca, insanların ruhlarının müzikle tedavi edilebileceğini öne sürmüş ve bu yöntemi geliştirmiştir. Geometri, mantık, fizik, metafizik ve psikoloji üzerine de çalışmıştır.
İbn-i Sina'nın yazmış olduğu El Kanun-i fit-Tıb adlı eserde bulunan ve insanın sindirim sistemini gösteren bir çizim.
İslam dünyasının bir diğer önemli hekimlerden birisi de, 13. yüzyılda Şam'da ve Kahire'de çalışmış olan İbnü'n-Nefîs'tir. İbn Nefis (1210-1288), pulmoner dolaşım ile birlikte kılcal damar ve koroner dolaşımları da ilk keşfeden kişi olmasıyla tanınmıştır.[24][25][26] Zira bunlar dolaşım sisteminin temelini oluşturmaktadır; ve nitekim kendisi de bu keşifleri sebebiyle dolaşımsal fizyolojinin babası ve "Orta Çağ'ın en büyük fizyoloğu" olarak görülmüştür.[27][28]İbnü'n-Nefîs, "İbn Sînâ Kanunu’nun Anatomi Kısmına Şerh" adlı eserinde Galen’in dolaşım sistemine itiraz etmiş ve günümüzde küçük kan dolaşımı olarak bilinen olayı açıklamıştır. Bu açıklama o zamanda İslâm ve Osmanlı dünyasında biliniyor olmasına rağmen Avrupa tarafından fark edilmemiştir.
Optik
"Modern optiğin babası" olarak anılan Arap asıllı İbnü'l-Heysem (965-1040), optikle ilgili yazdığı kitabında, gözün bir objeyi ona ışınlar göndererek gördüğünü ileri süren Batlamyus'un (100-170) tam aksine, görme eyleminin objenin yolladığı ışınların göz tarafından algılanmasıyla gerçekleştiğini ileri sürmüştür.[16]
Bizanslıfilolog ve ilahiyatçıYahyâ en-Nahvî (490-570), Aristoteles'in hareket hakkında söylediklerini yanlışlayarak, cisimlerin devindirici güce sahip oldukları zaman, eğimle hareket kazandıklarını iddia etti. 11. yüzyıl içerisinde İbn Sînâ, kaba hatlarıyla bu görüşe destek çıkarak, cisimlerin hava direnci gibi dış etmenler sebebiyle harcanabilecek kuvvete sahip olduğu fikrini ortaya attı.[29] İbn-i Sina bunun yanı sıra, kuvvet ile eğim arasındaki farkı belirlemiş olup, cismin doğal hareketi karşısında eğim kazandığını iddia etmiştir. İbn-i Sina, süregelen hareketin hareket eden cismin eğimiyle alakası olduğunu ve bu cismin eğimi tükenene kadar hareketin devam edeceğini söylemiştir. Ayrıca boşluğa atılan cismin, etkilenmediği sürece durmayacağını da iddia etmiştir. Bu yaklaşım, daha sonraki yüzyıllarda Newton’un eylemsizlik yasasına da uymaktadır. Diğer bir deyişle, hareket halindeki cisim etkilenene kadar harekete devam eder.[30] İbn-i Sina’nın bu eylemsizlik teorisi, hız ve hareket halindeki cismin ağırlığıyla ilişki kurmaya çalışmıştır ve bu ilişki, momentumla çok yakından benzerlikler taşımaktadır.[31] Bu görüş Aristoteles’in yaklaşımına karşı çıkmakla birlikte, sonraları İbn-i Sina’nın "eş-Şifâ" kitabından etkilenen Jean Buridan'ın "güç" açıklamasıyla tamamen terk edilir.[29]
Birûni (973-1048), Gölgeler adlı kitabında düzensiz hareketin ivmeyle sonuçlandığını anlatır.[32]Ebü'l-Berekât Bağdâdi ise (1076-1166) kendi teorisinde hız ve ivmenin iki farklı şey olarak ele almış ve gücün ivme ile değil, hız ile orantılı olduğunu söylemiştir.[33]
İbn Bâcce (1095-1138), her gücün başka bir güce tepki olarak var olduğunu iddia etmiştir. Bu görüş, hâlen erken dönem hareket kuralının üçüncü yasasıdır; yani her etkiden oluşan tepkinin etkiye eşit olduğudur.[34]
İslâm dünyasında 10. yüzyılda başlayan bilimsel uyanışın etkilerinin yoğun olarak görüldüğü alanlardan birisi de coğrafyadır. Yeryüzünü ve burada yaşayan milletleri tanıma hevesi, ilk dönem coğrafya hareketlerini başlattı. Bunda Kur'an'ın yeryüzünün gezilmesini ve eski medeniyetlerin kalıntılarının incelenmesini telkin eden emirlerin etkisi de büyüktür:
(Resulüm!) De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah’ın ilk yaratılışı nasıl başlatıp devam ettirdiğini görün. Allah, daha sonra ikinci hayatı da işte böyle gerçekleştirecektir; Allah her şeye kādirdir.” (Kur'an, Ankebût, 20)
İlk dönem coğrafya çalışmaları, Antik Yunan ve Hint coğrafyasının yeniden ele alınması şeklinde başlamıştır. Aristo, Eflâtun, Batlamyus ve Marinos'un eserlerinin Arapçaya çevirisi bu alandaki çalışmalara ilk örneklerdir. Bu tür çalışmalar da halifeler tarafından himaye edilmekteydi.
14. yüzyılda İslam dünyasında coğrafya büyük önem arz etti. FaslıBerberî seyyah İbn Battûta (1304-1369), 1325 yılında, hayatını tümüyle değiştirecek olan yolculuğuna atıldı. İbn Battûta, Avrupalılarca çok az bilinen Afrika, Orta Doğu ve Uzak Doğu'ya pek cesur sayılabilecek yolculuklar yaptı. 28 sene boyunca durmadan gezdi. Mısır, Arap Yarımadası, Irak coğrafyası, İran coğrafyası, Anadolu'da bulunan belli başlı Türk beyliklerini, Bizans hâkimiyetindeki İstanbul'u, Orta Asya'yı, Hindistan'ı, Maldivler'i, Çin'i ve Endülüs'ü gezdi. Buralarda yaşayan toplumların devlet ve toplum yapılarını, inançlarını, âdetlerini ve farklı coğrafyaların doğal güzelliklerini, yapıtlarını ve ürünlerini inceleyen ünlü seyahatnamesini yazdı. Ayrıca birçok ülkede kadılık görevinde bulundu. İbn-i Battuta, modern öncesi tarihte diğer tüm ünlü kaşiflerden daha fazla seyahat etmiş, toplam 117.000 km ile Zheng He'yi yaklaşık 50.000 km ve Marco Polo'yu da 24.000 km ile geride bırakmıştır.[39][40]
Yine o dönemlerde yaşayan Tunuslu düşünür İbn Haldûn (1332-1406), siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde, adını tarihe geçiren 7 ciltlik dünya tarihi "Kitâbü'l-İber" ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü "Mukaddime"yi yazdı. Eseri, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkiledi. Ayrıca günümüzde de sıklıkla duyulan "Coğrafya kaderdir." sözü, sıklıkla kendisine atfedilir.
8. yüzyılda, AbbâsîhalifesiHârûnürreşîd zamanında (786-809) Bağdat önemli bir kozmopolit şehirdi ve İran, Hindistan, Çin, Afrika ve Avrupa'dan gelen tüccarlar, seyyahlar ve âlimlerle dolup taşmaktaydı. Bu dönemde şehrin kültürel yapısı da gelişmiş ve Arap kültürü, özellikle diğer Doğu kültürleriyle harmanlanmıştı. İşte, tüm dünyada "Binbir Gece" olarak ünlenen hikâyeler bu dönemde, halk hikâyeleri olarak ortaya çıkmıştır. Sözle aktarılan bu hikâyeler, sonunda tek bir eserde derlenmiştir. Hikâyelerin çekirdeğini, eski bir Fars kitabı olan Hazâr Afsâna (Bin Efsane) oluşturmuştur. 9. yüzyıl dolaylarında hikâyeleri derleyenin ve Arapçaya çevirenin masalcı Muhammed el-Gahşigar olduğu söylenmektedir. Eserdeki hikâyelerin çerçevesini oluşturan Şehrâzâd öyküsünün ise, esere 14. yüzyıl dolaylarında katıldığı düşünülmektedir.
Abbasiler halifeliği ele geçirince, Endülüs'e kaçıp kendini Endülüs emiri ilan etmiş (756) olan Emevî sülalesinden I. Abdurrahman, Kurtuba şehrini başkent ve bir bilim merkezi yapmıştır. 10. yüzyılda Emevi halifesi II. Hakem döneminde ilim ve sanat alanında önemli gelişmeler yaşandı. Kahire'deki Ezher ve Bağdat'taki Nizâmiye Medresesi gibi önemli ilim merkezlerinin Batı'daki muadili olacak olan ve Asya, Afrika ve Avrupa’nın her yerinden, her dinden kimselerin geleceği Kurtuba Medresesi kuruldu.
O dönemde Avrupa'da bulunmayan eski Yunan bilgi birikimleri, Endülüs diyarına Bağdat ve Şam gibi büyük eğitim merkezleriyle olan bağlar sayesinde aktarıldı. Eski Yunan eserlerinin Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından yapılan yorum ve araştırmaları Arapçaya çevrildi. Bu çevriler de daha sonra Arapça konuşan Hristiyanlarca Latinceye çevrildi. Bu çalışmalar, Latin bilimini yeniden canlandırıp Rönesans Devrimi'nin temellerini attı. Tıp, optik, fizik, astronomi, matematik ve kimya alanında Endülüs Emevî topraklarında önemli keşifler yapıldı.
Endülüs'teki son Müslüman devlet olan Gırnata Emirliği yıkılır ve Müslümanların Endülüs topraklarındaki yaklaşık 800 yıllık hakimiyetleri tamamıyla sona erer.
^Ülken, Hilmi Ziya, Uyanış Devrinde Tercümenin Rolü, İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2016. (s. 115-123)
^Sezgin, Fuat, İslam'da Bilim ve Teknik IV, trc. Abdurrahman Adıy-Echard Neubauer, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay, İstanbul 2008. (s. 19-20)
^abCosman, Madeleine Pelner; Jones, Linda Gale (2008). Handbook to Life in the Medieval World. Handbook to Life Series. 2. Infobase Publishing. ss. 528-530. ISBN0-8160-4887-8.
^Husain F. Nagamia (2003), "Ibn al-Nafīs: A Biographical Sketch of the Discoverer of Pulmonary and Coronary Circulation", Journal of the International Society for the History of Islamic Medicine1: 22-28.
^abSayili, Aydin. "Ibn Sina and Buridan on the Motion the Projectile". Annals of the New York Academy of Sciences vol. 500(1). p. 477-482.
^Espinoza, Fernando. "An Analysis of the Historical Development of Ideas About Motion and its Implications for Teaching". Physics Education. Vol. 40(2).
^Nasr S.H., Razavi M.A.. "The islamic Intellectual Tradition in Persia" (1996). Routledge
^Parker, John (2004), "Marco Polo", Dünya Kitap Ansiklopedisi, cilt. 15 (resimli baskı), Amerika Birleşik Devletleri: World Book, Inc., ISBN 978-0-7166-0104-3
^Nehru, Jawaharlal (1989). Dünya Tarihine Bakış . Oxford Üniversitesi Yayınları. P. 752. ISBN'si 978-0-19-561323-0
^Mantran, Robert (1969). "İslam'ın Yayılış Tarihi"(PDF). Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. 23 Ağustos 2017 tarihinde kaynağından(PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 28 Mayıs 2018.
^abSunar, Cavit (1967). "İslam Felsefesi Dersleri"(PDF). Ankara Fakültesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Erişim tarihi: 28 Mayıs 2018.