Fransız feminizminin kendisiyle birlikte diğer önemli iki ismi Hélène Cixous ve Julia Kristeva'dır. Her biri kendi başına ve özgün bir düşünür olan bu üçlü, hem feminist felsefenin hem de daha kapsamlı olarak genel kuramsal alanın en etkili düşünürleridir. Irigaray'da diğerleri gibi Lacancıpsikanalizden etkilenmiştir ve diğerleri gibi o da öznellik, cinsellik, dil, arzu gibi meselelerde önemli açıklamalar getirmiştir ve bunlar üzerinden etkili bir kuramsal alan oluşturmuştur.
Felsefi yönelim
Luce Irigaray, felsefe çalışmalarına psikanalizi dahil eder; bir yandan sürekli bir ilgi olarak Alman felsefesine göndermede bulunur hem de öte yandan Jacques Lacan ve Jacques Derrida gibi yapısalcılık sonrası teorinin önemli isimlerini değerlendirir. Bu bakımdan onun çalışmaları hem derinliği hem de çok yönlülüğüyle güç okunabilen ya da anlaşılabilen çalışmaların bir parçasıdır. Irigaray'ın kuramsal terimlerini, çalışmalarının sürekliliğinde devamlı olarak gündeme getirdiği ve yeniden tanımlama çabası içinde olduğu söylenebilir. Genel savı bakımından Irigaray, özellikle felsefede ataerkillik eleştirisi üzerinde yoğunlaşır ve kadının yeni bir dil ve yeni bir söylemsellik gereksini içinde olduğunu belirtir.
Bu bağlamda ikili bir yönelimi olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi ataerkilliğin felsefe alanındaki yerini ve boyutunu incelemek; ikincisi ise buna karşıt olarak dişil kimliği tanımlamak. Tam da bu noktada temel bir sorunla karşılaşır Irigaray; ataerkil çerçeveye teslim olmaksızın bu ikili işlem nasıl gerçekleştirilebilir. Bu noktada kadın ile erkek arasındaki düzeni ve iktidar dengesini tersine çevirmektir. Kadına özgü toplumsal bir formun geliştirilmesi için düşünceler üretir. Bunun dişil öznelliğin oluşturulmasıyla gerçekleşeceğine inanır ve dolayısıyla kadını erkekleştiren mevcut sistemin dilini ve terimlerini kabul etmenin bir tehlike oluşturduğu düşüncesinden hareket eder. Burada kadın erkek eşitliği fikri reddedilir, asıl mesele erkek gibi olmamak olarak ele alınır.
Birinci dalga feminizm ve ikinci dalga feminizmlerde görülen eşit ücret, eşit haklar için mücadele bu durum içinde ikincil dereceden öneme sahiptirler. Asıl mesele toplumsal, kültürel ve dilsel sistemin kendisiyle mücadele edebilmektir. Irigaray için kadının toplumsal dışlanması ve felsefeden dışlanması bir ve aynı sürecin ürünüdür. Mitolojileri ve Platon'dan itibaren felsefi söylemi inceleyerek bu düşünceleri temellendirir. Örneğin Platon'un ideal devletinin göründüğünün aksine eşitlikten uzak olduğunu, oradaki kadınlarında "erkek" olarak bulundukları tekcinsiyetli bir yapıda olduğunu belirtir. Mitolojik söylemde ise Medusa ve Antigone hikâyeleri Irigaray'ın önemle üzerinde durduğu hikâyelerdir.
Rasyonalizm konusu/sorunu
Batılı feminist düşünce genel anlamda aydınlanmanın bir mirasçısıdır ya da onun ürünüdür. Iragaray tam bu noktada aydınlanma değerlerinin kadının yönelimleri için uygulanamayacağı itirazını geliştirir. Aydınlanma aklın ve akılcılığın egemen olduğu, akılcı olmayan ögelerinse yadsındığı ya da bastırıldığı, akıldışının denetim altına alınıp güdümlenmeye ve dahası yok edilmeye yönelindiği bir dönemin adıdır bu düşüncede. Burada bahsedilen akıl Iragaray için tartışmasız bir şekilde eril bir akıldır.
Erkek akıl bütün Batı kültürünün tekcinsiyetliliğinin (monosexual) hem nedenidir hem de kendisi bu kültürün bir ürünüdür; kadın bu kültürde erkekten eksik ve aşağıda olandır. Tarafsız ve nötr bir bölge söz konusu değildir bu dünya içerisinde, öyle ki tamamen tarafsız ve cinsiyetsiz olduğu hiç sorgusuz kabul edilmiş olan felsefe ve bilim gibi alanlarda bile cinsiyetcilik hakimdir. Bunun nedeni Iragaray'a göre, mevcut her şeyin erkek öznenin söylemine göre üretilmiş ve erkek akla göre düzenlenmiş olmasından dolayıdır. Kadınların eleştirisiz doğrudan bu düzen içerisinde aldıkları konumlar da kaçınılmaz bir şekilde erkek öznelik konumlarıdır.
Iragaray rasyonelliği bu bağlamda sorgulamakla birlikte, dişilin akıldışılığı (irrasyonelliği) türünde yönelimlerede rağbet etmez. Erkek akıl, belli bir yapıdadır ve bu yapı özdeşlik ilkesi üzerine kuruludur. Her şeyin ya öyle ya da böyle olmasını dayatan ve doğa/zihin, nesne/özne gibi karşıtlıklarla işleyen bir yapıdır. Bu noktada Iragaray, birçok kez yapılmış olan, rasyonelliği erillikle irrasyonelliği ise dişillikle birlikte tanımlama girişimlerini benimsemez, burada bie tuzak olduğunu belirtir. Rasyonelliğin erilliği belirtilirken, Iragaray bunu mevcut akıl dizgesi içinde temellendirmekte ve bu dizgenin de hem dişili ve hem de akıldışını bastırmaya yönelmiş olduğundan hareket etmektedir. Bu girişim yeni ve daha uygun bir kavramsallaştırma arayışının ürünü olarak belirmektedir.
Iragaray ayrıca Marksist düşünce tarzının da eleştirisine yönelir. Ekonomiye yapılan vurgunun, kadının simgesel düzendeki durumunu gözden gizlediğini belirtir. Kadının durumundaki değişiklik temelde Iragaray'a göre dişil bir simgesellik yaratmaktan geçmektedir.
Psikanaliz
Irigaray eleştirel bir şekilde psikanaliz ile ilişkilenir. Freud'un ve Lacan'ın kuramlarından yararlanır ya da onları değerlendirir, ancak bu iki isim ve dolayısıyla psikanaliz disiplini de onun genel eleştirilerinden tamamen kurtulamaz. Buna göre psikanaliz ötneğin onunla hesaplaşmadığı sürece fallusmerkezciliği üretmekten başka bir şey yapmaz. Bununla birlikte Irigaray psikanalizin önemli bir eleştiri potansiyelini beraberinde getirdiğini düşünmektedir. Ancak psikanaliz kadın bakışından yeniden değerlendirilmeye sokulmalıdır. Irigaray buna yönelir ve bir anlamda çalışmaları kültürün, düşüncenin, felsefenin psikanalizini gerçekleştirmektir -yani bilinçdışını ortaya sermek.
Batılı felsefe ya da psikanlaiz ya da öteki düşünsel söylemler cinsiyetcidir ve erkek olarak adlandırılan tek bir cinsin egemenliğindedir. Biyolojik anlamda kadının bu dizgede yer alması bu sorunu ortadan kaldırmaz, aksine meselenin daha da karmaşıklaşmasını getirir. Çünkü kadın burada eksik erkek olarak yer alır. Egemen kültür özdeşlik, mantıksallık ve rasyonelik projeleri bakımından simgesel olarak tamamen erildir ve kadın bu simgeselleştirmede bir yokluk, bir eksiklik ve hatta simgeselleştirilemeyen bir kalıntı olarak işlem görür.
Irigaray, bu yönde değerlendirmeleri bağlamında anne-kız ilişkilerini simgeselleşmemiş ilişkiler olarak önemle ele alır. Bunun üzerinden kadınlık konumları üzerine çözümlemeler geliştirir. Örneğin Irigaray kadınların, içlerinde kendilerini yitirecekleri ilişkilere girmeye eğilimli oldukları yönündeki saptamayı kabul eder, ancak bunun nedeninin simgeselleştirilmemiş anne-kız ilişkisiyle ilgili olduğunu belirtir. Bütün bu ilişkiler ağı ve içine doğulan simgesel düzen, kadınları, toplumun ve kültürün zorunlu kabul edicisi, savunucusu ve taşıyıcısı durumuna getirmektedir.
Kadın'ın dili
Irigaray'a göre kadınlar yeni bir dile sahip olmak zorundadırlar. Kadın gibi konuşmak ile kadın olarak konuşmak arasında kesin bir ayrım yapan Irigaray, bunlardan ikincisini mevcut durum içerisinde hem bir bir psikolojik konumlanışı hem de toplumsal bir konumlanışı işaret ettiğini belirtir. Bundan farklı olarak kadın gibi konuşmaksa anlamın anlaşılmazlığına ve çoğulluğuna, doğruluk ve bilginin kontrol edilemezliğine, perspektif çoğulluğuna açık olmak anlamına gelmektedir, yani erkek dil'in her zaman engellemeye, ortadan kaldırmaya, bastırmaya yöneldiği nitelikler. Kadın gibi konuşmak bu durumda biyolojik anlamda kadın ya da erkek olmakla ilgili değildir artık; örneğin, kadın olarak konuşankadın gerçekte eril bir konum içinde konuşabileceği gibi, kadın gibi konuşan bir erkek dişil bir konumdan konuşuyor olabilir. Nietzsche, Hegel, Immanuel Levinas, Jacques Derrida gibi düşünürlerin dişil kimliklere sahip oldukları örnek olarak belirtilir. Bu bakımdan Irigaray, Cixous ve Kristeva'dan farklı bir yol izler, onlar eril yazarların (Mallermé, Joyce gibi) dişil ögeler taşıyan yazıları üzerinden çözümlemeye giderler. Bunlarla birlikte, Irigaray'ın özne olarak kadın formülasyonu, yalnızca dilsel bir dişillik üretimi değildir, aksine o, bu öznenin, toplumsal pratikler düzleminde de temellendirilmesi gerektiğini belirtir. Kadın özne yeni bir toplumsal, siyasal, dilsel kuruluş ya da kurgu ile gerçekleşecektir.